Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Bu seneki ilk domateslerim...

Nihayet bu sezonun ilk domateslerini dalında gördüm. Evimin önündeki küçük bahçeme diktiğim domates fideleri sonunda büyüdüler, çiçeklendiler ve domates yapmaya başladılar.

Bir kaç değişik çeşit fide vardı; şimdilik hangisi hangisi bilemiyorum fakat mahsülü almaya başlayınca anlayacağız neyin ne olduğunu.

Pembe Domates Ağı'ndan ve ithal tohumculardan tohum olarak temin ettiklerim var, Sakarı'dan getirdiklerim var..

Normalde Oğul Monk'la her akşam suluyoruz fakat bu aralar yağmur bol yağdığı için sulamaya ara verdik. Yağmurlar bereketli geldi bahçeye, ilk dikildiğinde baygın baygın yatan domatesler bir hafta içerisinde azmanlaştılar. Yaprak aralarındaki sürgünleri de temizledim.

Bahçede biber, marul, nane, 2-3 kök patlıcan, biraz cherry turp, biraz da brüksel lahanası ve elbette patateslerim de var. Bakalım ne zaman toplamaya başlayacağız bunları dallarından...
Fideleri toprağa aktardığımda bayıldılar önce

Sonra kendilerine gelip dikildiler

Çubuklara iple bağlayıp destekledim

Şimdi çubukların da boyunu aştılar

Fotoğraftaki domatesleri bulunuz :)

Bunlar da biber, patlıcan ve en arkadakiler de nane ve marullarım

Esen kalın...

Sandıkta Patates Yetiştirmek

Sandıkta patates yetiştirmek 


İnternette geçtiğimiz sene oldukça popüler olan bir yazı vardı başlığı da “0,40 m2‘lik Bir Alanda 50 kg Patates Yetiştirme Tekniği” (Okumak için tıklayınız orijinal yazı da burada ya da burada. Ayrıca konuyla ilgili olarak da youtube’da onlarca video bulabilirsiniz.)

Amaç dar alanda, dikey olarak patates yetiştirmek. Biraz benim borudaki çilek işime benziyor. (Bkz. “Dikey Çilek Yetiştiriciliği” başlıklı yazım.)

Tekniğin çıkış noktası da patates yumrularının, tohum olarak dikilen patatesin altında değil de tohumluk patates ile bitkinin arasında yetişiyor olmasıymış. Bu nedenle, tohumluk olarak dikilen patates sürgün verip yapraklandıktan ve bitkinin boyu da 30 cm kadar olduktan sonra dibine toprak ilave edile edile dikey olarak patates yetiştirmek mümkün oluyormuş.

Merak değil mi işte, bir de biz deneyelim dedik. Fakat herkesin yaptığını yapmaktansa farklı bir şey denemek lazım. Ayrıca şimdi kim uğraşacak marangoza git, 5cm x 5cm X 90 cm kereste kestir, gel onları çak; uzun iş. Hem bu işi eskimiş araba lastiğinde hatta çuvalda bile yapan varmış. 


Ben de pazarcıların bir kere kullanıp attığı sandıkta deneyeyim dedim. 
Öncelikle toprağımı hazırladım. Google’layarak öğrendiğime göre patates kumlu, kumlu-tınlı, süzek, havadar topraklarda daha verimli olurmuş. Bunun için bahçe toprağına, ormandan getirdiğim topraktan, yine bahçeden aldığım biraz kumlu topraktan ve ev yapımı bukaşiden ekledim. İyice karıştırdıktan sonra sandıklara birazını koydum. Sandığın en üst seviyesinden, gömeceğim patatesin yüksekliğinin yaklaşık 2 katı kadar boşluk bıraktıktan sonra her sandığa 2 adet olacak şekilde patatesleri yerleştirdim. Dikimin derinliği sihirli formül değil; genel kural olarak kabaca,  patates de olsa ekilen tohumun kalınlığı kadar üstünde toprak olmalı. Burada önemli olan ekilen patateslerde en azından 2-3 göz olmasıdır. Hatta bütün patates yerine her parçasında 2-3 göz bırakılarak yarım patates de kullanılabilir. Nitekim ben böyle yaptım.
Fotoğraf alıntıdır
2 hafta geçmeden ilk yapraklar toprağı çatlatarak gün yüzüne çıktılar.  Herhalde yerlerini sevdiğinden, güneşi iyi aldığından ve bukaşinin etkisinden olsa gerek çok hızlı bir şekilde geliştiler. Benimkilerin yaprakları ve dalları yeterince gür. Mesela güneş görmeyen başka bir yerde denemekte olduğum patatesler güneşi az gördüğünden olsa gerek zayıf ve uzun, yaprakları küçük ve renkleri de solgun oldu.

Güneşe hasret kalan patates bitkisi
Bir bahçe zararlısı
Patatesleri bahçe zararlılarından da korumak gerekiyor bu arada :)

Benim evin önünde, güneşi iyi alan sandıktaki patateslerim daha güçlü ve sağlıklı bir şekilde büyüdü. Bitki yaklaşık 30 cm kadar büyüdükçe dibine 10 cm yüksekliğinde toprak ilave ettim.



Böyle böyle derken artık sandık yetmeyince geçen gün ikinci katı çıktım sandıklara.


Kullandığım plastik sandıklar delikli olduğu için kenarlardan toprak dökülmesin diye içlerini ince plastik plakalarla kapladım. Bitkinin diplerine döktüğüm toprak öyle bir karışım oldu ki inanılmaz! Şöyle ki:
  • evimin önünden aldığım kumlu biraz da toz kıvamındaki toprağı
  • evimin yanındaki şeker fabrikasının bahçesine dökülen kim bilir hangi köyün hangi arazisinden gelmiş pancarların üzerinden sıyrılmış toprağın bir-iki çuvalını
  • Mayıslar’a, Keskin Köyü’ne ve Musaözü’ne pikniğe gittiğimizde torba torba getirdiğim orman ve tarla toprağını
  • gübre olarak da Kapıkaya’dan getirttiğim yanmış ahır gübresini
 iyice karıştırıp kullandım. Zaman zaman da sulama sırasında ev yapımı bitki besininden de katıyorum.
Şu anda en dipteki toprak bukaşili karışım, onun üstünde Mayıslar’dan orman toprağı ve gübre karışımı ve şimdilik en üstte de az önce okuduğunuz karmakarışık topraktan var.  Hasat zamanı sandıkları devirip de –inşallah- patatesleri toplarken hangi katmandan ne kadar patates aldığımı da inceleyeceğim.

Bakalım sonuç ne olacak merakla bekliyorum hasat zamanını…

Esen kalın…



Mutfak atıklarından yaptığınız enzim kötü kokuyorsa...


Sabırsızlıkla beklediğim gün geldi ve 3 aydan fazladır bekleyen mutfak atığı + pekmez + su karışımını nihayet açtım. İlk açtığım şişedeki karışımın rengi ve kokusu oldukça iyiydi. Kokusu hafif şırayı anımsatıyordu. Rengi de kahverengi-kırmızı arası bir şeydi.

Sonra iki tane 5lt'lik şişe daha açtım. Bunlardan birisinin rengi sarımtıraktı kokusu da çok ekşi ve rahatsız ediciydi. Hiç acımadım, döktüm tuvalete. Sanırım hava almış, bir de ben buna değişiklik olsun diye biraz hamur mayası ve yoğurt suyu ilave etmiştim. Herhalde pek işe yaramamış.

Diğerinin kokusu ise çok hoş değildi ama çok da rahatsız etmedi. Rengi ilk açtığım şişeninkine benziyordu, sadece biraz bulanıktı. Bu şişeyi yaparken, blendırdan geçirilmiş lahana ve karnıbahar yapraklarını kullanmıştım. Bulanıklığı çok ince parçalı olmasından olsa gerek. Koku da malzemenin kendisinden elbette.



Demek ki mutfak atığından enzim yaparken 3 ay sonrasını düşünüp biraz daha hoş kokulu olabilecek sebze-meyve atıklarını kullanmak gerekiyor. Yoksa kokusu pek iç açıcı olmayabiliyor. Bir de hava almaması gerek, hava alırsa istemediğimiz bakteriler de ürüyor ve çürüyor.

Boşalan şişelere hemen, mevsime de uygun olarak karpuz-kavun kabuklarını doğradım, pekmez de ilave ettim. Beklemeye aldım. 3 ay sonra sonucunu yine paylaşacağım.

Elde ettiğim atık enzimini bahçemde denemeye başladım. Göreceğiz bakalım faydası ne olacak.

NOT: Burada anlattıklarım benim denemelerimin sonucudur.  Öğrendiklerimi deneyip, uygulayıp burada paylaşmaya çalışıyorum. Herhangi bir hatam olmuşsa ya da sizlerin önerisi varsa lütfen yorum bırakınız.

Esen kalın...

Ceviz yetiştiriciliğinde CD'nin önemi

Bizim köyde, artık biliyorsunuz Mayıslar’da, dededen kalma garip bir alışkanlık vardır; kuşları kaçırtmak için ağaca CD asarlar. Artık günümüzde DVD, hatta hali vakti yerinde olanların blu-ray disk astığı da oluyor; (ıyyy!) 

Geçen sene bizim ceviz fidanları ciddiye alınabilecek ölçüde ilk meyvelerini vermişti. Yıllardır zor şartlarda yetiştirmeye çalıştığımız fidanların “ağaçcık” olup da bir de üstüne meyve vermesi çok sevindirmişti bizi. Hele hele 5-6 sene sonra ağaç başına ortalama 1000 tl para kazanacağımızı düşününce, hemşerim Nasreddin Hoca’nın da dediği gibi peşin parayı görünce nasıl da sevinmiştik…


Tabi kazın ayağı öyle değilmiş. Bir sonraki gidişimizde hayali paracıklarımız gözümüzün önünde uçtu gitti. Hesaba katmadığımız bazı şeyler varmış; karga gibi, domuz gibi, sincap gibi… Zaten topu topu 50-60 tane (yanlış yazmadım kg değil, adet) kadar cevizimiz vardı; bu hayvan oğlu hayvanlar hiç üşenmemiş tek tek hepsini delmişler içini boşaltmışlar. Cevizleri böyle görünce ben sinirimden güldüm annem ise öfkesinden ağladı epey bir süre…

Yani öyle fidanı dik, arada bir sula, senede bir böceklere karşı ilaçla, 2 senede bir buda ile olmuyormuş. Bizim bilmediğimiz daha pek çok olumsuz etken varmış bir şeyler yetiştirip de ürünü alabilmek için. Allah çiftçilere kolaylık, sabır ve güç versin. Hadi ben hobi olarak uğraşıyorum, ya ekmeğini yetiştireceği ürüne bağlayanın haline ne demeli? Yağmur yağmaz, güneş açmaz, dolu olur, sel oluır, Allah korusun yangın olur tüm emekler boşa gider; zor çok zor iş…





Bu sene tedbirimi aldım geleneklerimize uygun olarak ağaçlara 2’şer 4’er CD astım. Bunlar rüzgârdan döndükçe güneş ışığını yansıtarak ve birbirlerine çarptığında tıkırdayarak kuşları korkutacak umarım. Bazı yerlerde özellikle kargalara karşı denenmiş. Olumlu olduğu yerler var hiçbir işe yarmadığı yerler de var. Herhalde CD’lerin asıldığı bölgedeki kuşların zevkine göre değişiyor. Ben müzik CD’si yerine DivX filmlerin CD’lerini kullandım, genellikle de korku filmi türündekilerden…

CD’ler işe yarayacak mı yoksa parlak eşyaları seven saksağanları mı toplayacak bahçeye bunu da bekleyip göreceğiz. Umarım işe yarar da bu sene bari emeğimizin karşılığını alabiliriz. Daha cevizlerden parayı kazanamayacağız ama hiç olmazsa bayramlık baklavamızın cevizi çıksa razıyız şimdilik.

Esen kalın…
.

Ceviz fidanlarında su tutucu polimer kullanımı

Bu konuda geçtiğimiz haftalarda "Su tutucu polimerin tarımda kullanımı" başlıklı bir yazı yazmış ve işe yarayıp yaramayacağını zamanla anlayacağız demiştim.


Geçen gün ceviz fidanlarımın yanına gittiğimde şunu gördüm. Köye çok az da olsa bir yağmur yağmış geçmiş. Yüksek sıcaklıktan dolayı toprağa düşen yağmur hemen buharlaşmış; bahçenin diğer yerleri kuru olmasına rağmen sututucu polimer serpiştirdiğim fidanların dipleri hala nemli kalabilmiş. Hatta toz halindeki polimerler suyu emip şişerek jel haline gelmişler bazıları toprağın üstüne dahi taşmış. Polimeri biraz daha derine dökmek daha iyi olacakmış. Yine de suyu tutma ve buharlaşmasını engellene açısından işe yarayacak gibi görünüyor.

Şurada da konuyla ilgili bir video var, izlemek isterseniz: 

Video1
Video2

Esen kalın...

Küçük bahçem...

.
Sıraevler’deki yeni evimizin önünde küçücük bir bahçemiz var. Bir tarafını  çiçeklik olarak bıraktık diğer tarafta ise bir şeyler yetiştirelim diye uğraşıyoruz. Aslında önceki evimde de bahçe vardı ama nedense hiç ilgimi çekmemişti bir şeyler yetiştirmek, toprakla uğraşmak. Gerçi annem bir şeyler yapıyordu ama ben sofradaki haliyle ilgileniyordum sadece.

Evimizin önündeki iki küçük bahçe

Mayıslardaki bahçede ise toplamda 40 kadar ceviz ve zeytin fidanlarım var. Annem geçen sene fidanların arasına biraz domates, biber, kavun, karpuz ekmiş. Ne sulamasıyla ne de çapasıyla fazla ilgilenemedik; 3-4 haftada bir gidip su verdik ama buna rağmen geçen sene epey mahsul aldık kendi çapımızda.  Bir bu nedenle bir de bir arkadaşımın iş yerinde saksıda perlit içinde domates yetiştirmesi ile “neden olmasın?” diyerek ben de giriştim bu işlere.

İlk önce bol bol okudum ilgili siteleri. Kimisi kişisel sayfalar kimisi forumlar olmak üzere gerçekten de güzel ve faydalı bilgilerin paylaşıldığı çok güzel siteler var. Bazılarının linklerini bu blogda da bulabilirsiniz. Bu siteleri, forumda yazılanları okudum; çok şey öğrendim buralardan. Şimdi de uygulamasını yapmaya çalışıyorum. İnsanın doğasında var demek ki bahçeyle, toprakla uğraşmak. Her akşam eve gidince bahçeyi sulamak, yabani otları ayıklamak; bitkilerin gözümün önünde gün be gün büyüdüğünü görmek sonunda da kendi yetiştirdiğin bir şeyin tadına bakmak inanılmaz keyifliymiş…

Ekim-Kasım gibi bahçedeki toprağı iyice altüst etmiş, ayrık otlarını, yabani bitkileri temizlemiş, toprağa karışmış olan inşaat artıklarını, çöpleri, iri taşları ayıklamıştım.  Biraz da yanmış koyun gübresi döküp iyice karıştırmıştım. Üzerinden kış geçince toprak iyice dinlendi, tazelendi.

Kıştan itibaren evimdeki mini serada domates, biber tohumlarını çimlendirme başladım. Havalar ve toprak ısınmaya başlar başlamaz fideleri bahçeye aktardım.  İtiraf edeyim aşırı ilgi nedeniyle ya suyu ya da gübreyi fazla vermekten biraz da oğulmonk’un “-Anne bak sana çiçek topladım” diye ikide bir fideleri koparmasından dolayı fidelerimin çok azı hayatta kaldı;  çok azını bahçeye aktarabildim. 

Yapay ışık altındaki seram

Viyole yaptığım şaşırtma işlemi

Neyse ki yardımımıza Mayıslar’daki akrabalarımız yetişti.  Köyden getirdiğim pembe domates (çaltı), cherry domatesleri, birkaç değişik tip biberleri, evde büyüttüklerimden sağ kalmayı başarabilen ithal cins biberleri bahçeme diktim. Şansızlık olacak ya ertesi gün hava birden bire soğudu. Fideler bayıldı gitti. Neyse on gün kadar sonra domatesler kendine geldi fakat biberlerin çoğunu kaybettik. Onların yerine de pazardan tanesi 25 kuruştan fide alıp diktim.

Mayıslar'da bir sera içinde binlerce fide

Nadasa bırakmış olduğum bahçe

Fideleri dikmek ve sulama için karıkları açtık

Fideleri diktik

Can suyunu verdik
Şimdi –ilgiyi abartmadan- suluyoruz akşamları oğlumuzla. Fena gitmiyorlar, inşallah dalında meyvelerini de göreceğiz.

OğulMonk bahçeyi suluyor.

Dalından koparıp beraberce yemek dileğiyle, esen kalın...


.

Size bir kene hikâyesi daha anlatayım mı?

Böyle şeyler de hep beni bulur ya yine öyle bir durumdan bahsedeyim.

Yazmıştım daha önce, 1 Haziran 2010 Salı akşamı bir kene ısırmıştı beni. İlk 3 gün önemli, kendimi iyi dinlemem lazım. Tam da Perşembe akşamı bir kampanya kapsamında kan verecektim.  Öncesinde bir form doldurdum ki öyle böyle değil. Her şeyi soruyorlar; uyuşturucu aldın mı?, bilmem ne ilacı kullanıyor musun?, tanımadığın birisi ile paralı ya da parasız cinsel ilişkiye girdin mi?, aşı oldun mu?, kan verdin mi? aldın mı? Sanırsın Ergenekon’dan sorgulanıyorsun. Güzel tabi, alınan kanın nerden geldiği önemli. Gerçi her şey beyan üzerine kurulu, adam uyuşturucu aldıysa alenen aldım diyecek değil ya; her neyse…

Formda her şeyi soruyorlar da belli ki güncellenmemiş, “yakın zamanda kene tarafından ısırıldınız mı?” diye bir soru yok. Hadi soru yok neyse, ben oradaki görevliye: “-Bu formda her şeyi soruyorsunuz ama keneye dair bir şey yok” deyince belli ki ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorlar hepsi birbirine baktı; falanca doktora bir soralım dediler. 3-4 kişi aynı anda telefonlara sarılıp herkes ayrı bir doktora sordular. Başvuru kitabını karıştırdılar orada da bir şey yazmıyor.

Cebimden keneyi çıkardım; hani belki tipine rengine şekline bakarlar da bir şey derler mi diye ama hemşireler korktu, birisi içinde kenenin olduğu cam tüpü aldı. Bakarken kene kıpırdayınca “bu canlıymış yahu” diye bir irkildi az daha elinden fırlatacaktı tüpü.

Sonuç: Her doktor ayrı bir cevap vermiş. Kimisi 6 ay kimisi 1 sene kan vermesin demiş. Yani böyle bir duruma karşı daha önceden hazırlıklı değiller. Yadırgamadım dersem kendimle ters düşerim. Hâlbuki bu kadar güncel ve yıllardır da gündemimizde olan bir konuyu Kızılay Kan Merkezi’nin net olarak bilmesini beklerdim. Sağlık olsun…..da; ya ısırıldığı halde ya da hala kene tarafından kanı emilmekte olduğunun farkında olmadan kan verenlerin kanı ne oluyor?

Bu sorunun yanıtını bilen varsa lütfen yorum yazsın da ben de bilmesi gereken başkaları da öğreniversin…

Haa bir de, ne güzel beleşten çokoprens ve meyveli Kızılay maden suyu içecektim, ondan da oldum. Aslında istesem verirlerdi ama sen hem kan verme hem de maden suyu iste; yüzüm tutmadı. Boşuna demiyorum ş.erefsiz kene diye. Onun yüzünden 0Rh- olan kanımdan veremediğim gibi çokoprens de alamadım…

Esen kalın…

Sağlıklı bir çevre için çöp enzimlerini (atık enzimlerini) kullanmak (Bölüm 2/2)

İki bölümlük bu yazı dizisinin ilk kısmını okumadıysanız lütfen tıklayınız.

Hadi artık mutfak atıklarından enzim üretelim
  • Önce mutfak atıklarını küçük küçük doğruyoruz. Küçük doğramamız parçaların yüzey alanını büyüteceğinden daha çabuk fermante olmasını yani çürümesini sağlayacak.
  • Doğranacak olan atıkların organik olması yani sebze, meyvelerin kabukları, yenmeyen ya da artan kısımları, kesilmiş çimen, ağaç yaprakları vb. olması gerekir.
  • Bunun içine kesinlikle çeşitli kimyasal koruyucu katkı maddesi içeren ketçap, soslar, turşu gibi maddelerin kendisini ya da bulaşmışını katmayınız.
  • Et ve süt ürünü katmayınız.
  • Bir de özellikle not düşmüşler durian denilen acaip bir meyve var onu da karıştırmayınız.
  • Çürümüş, bozulmuş, yanmış, pişmiş, pastorize edilmiş organik maddeleri katmayınız.
  • Mutlaka plastik bir kaba 10 ölçek su, 3 ölçek atık madde ve 1 ölçek melas (bulamazsanız kaliteli pekmez) ilave ediniz.
    • Plastik kap kullanmamızın nedeni esnek olmasıdır. Sonuçta ortaya çıkacak gaz esnek olmayan cam gibi kapların patlamasına neden olabilir.
    • Su şehir şebekesinden gelen çeşme suyu olmaz. Çünkü arıtma tesislerinden geçerek gelen şehir suyunda başta klor olmak üzere arındırıcı ve mikrop kırıcılar vardır. 
    • Tulumba, kuyu suyu, ya da biz Eskişehir’lerin kullandığı Kalabak suyu gibi doğal kaynak sularını kullanınız.
    • Başka bir su kaynağınız yoksa illaki çeşme suyu kullanacağım diyorsanız da en azından 1-2 gün dinlendirin de öyle kullanın.
    • Melas pancardan şeker üretimi sırasında elde edilen bir çeşit şuruptur. (itiraf: Ben hiç görmedim.) Melas bulamazsanız ki büyük ihtimalle kolaylıkla bulamazsınız esmer şeker (dikkat! Esmerleştirilmiş değil doğal olarak esmer şeker) kullanabilirsiniz. Fakat pahalı ve yine bulması zordur. Genelde kullandığımız toz şekeri asla kullanmayınız.
    • Ben pekmez kullanıyorum, pekmez de olur.
 

  • Malzemeleri şişeye doldurduktan sonra kapağında açacağımız küçük bir delikten akvaryum hortumu gibi bir parça hortumla gaz tahliye çıkışı veriyoruz. 
  • Yandaki küçük şişe nargile vazifesi görüyor. Yani şişeden çıkan gazı dışarı atıyor, ama dışarıdan içeriye hava girmesini de engellemiş oluyor. Borudaki suyun seviyesi de fermantasyon işleminin tamamlanıp tamamlanmadığı konusunda fikir veriyor. Küçük şişenin içinde yarıya kadar su olduğu herhalde dikkatinizden kaçmamıştır.
Bu da farklı bir uygulama (www.agaclar.net adresinden)
  • Şişemizin ağzını sıkıca kapatıp hava almasını engelledikten sonra oda sıcaklığında 3 ay boyunca saklıyoruz. 10-15 günde bir çalkalamak iyi gelir.
  • İlk zamanlar fermantasyon hızlı olacağı için gaz çıkışı da hızlı olacaktır. Eğer tahliye borusu kullanmayacaksanız gün aşırı kapağı biraz açarak birikmiş gazın dışarı çıkmasını sağlayınız. Sonra kapağı yine sıkıca kapatmayı unutmayın ama.
  • Bekleme süresi boyunca bazen atıkların üzerinde beyaz mantarımsı bir tabaka hatta kurtçuklar ortaya çıkabilir. Böyle bir durumla karşılaştığınızda bir miktar daha pekmez ilave edip çalkalayınız.
  • 3 ay kadar sonra artık fermantasyon tamamlanmış olacaktır. Bunu artık hiç gaz çıkışı olmamasından da anlayabiliriz. 
  • Sıvıyı süzdükten sonra geride kalan malzemeyi kuruttuktan sonra bahçeye ya da saksı toprağına karıştırabilirsiniz. Burada gübre vazifesi görecektir. Kurumadan atmanız durumunda biraz asit içereceği için fayda yerine zarar verebilir.
  • Elde edilen sıvı 1:100 gibi oranda su ile seyreltilerek kullanılabilir. Örneğin bahçecilikte 1:100 ya da 1:500 gibi bir oranda; ilaçlamada 1:100-1:200 oranında; saksılarınızda da 1:500 gibi oranlarda kullanabilirsiniz. Suyla karıştırılması enzimin etkinliğini arttıracaktır.
  • Önemli not: Son ürünün çürük kokmaması gerekir. Hafif sirke, üzüm şırası gibi kokar. Eğer ağır çürük kokusu varsa bu işi başaramamış demektir. Şişe hava almış ya da malzemeler arasına zararlı, çürük malzemeler de karışmış olabilir. Böyle bir durumda tuvalete dökün gitsin.
  • İçilebilir mi; evet neden olmasın. İçebiliyorsanız içersiniz de, bence biraz seyreltmekte fayda var ama. 
  • İçmek için hazırlayacaksanız, başlangıçta sadece meyveleri zevkinize göre karıştırarak da yapabilirsiniz. Zaten likör, şarap, sirke de benzer bir şekilde yapılmıyor mu?
Bu yöntemin yanı sıra tescilli bir marka olan EM-1 (Effective Microorganisms) kullanılarak yapılan bir versiyonu da var. Ayrıntılı olarak daha sonra bahsedeceğim ama kısaca bahsetmek gerekirse EM-1 birçok faydalı bakterinin bir araya getirildiği özel bir organik karışım. Japon bir ziraat profesörü tarafından 80’li yılların başında keşfediliyor. O günden sonra dünyaya bir felsefe şeklinde yayılmakta. Youtube’da çok güzel videolar var. EM-1’i yine pekmez ve suyla aktifleştirerek kullanıyorsunuz. Hammadesi Japonyadan gelidği için biraz pahalı. 

Türkiye’de Ankara’da  “EM Agriton” firması tarafından temin edilmekte. Gittim, aradım buldum, tanıştım; 1 lt EM-1 satın aldım. Hatta 1 lt de EM-Aktif hediye ettiler. Neyse ayrıntıları daha sonra Bukaşi yapımında…

Ben kendim bol miktarda atık enzimi ürettim. Amma ve lakin yeni yeni kullanmaya başladım. Henüz bahçemde sonuçları almaya başlamadım. Etkilerini gördükçe paylaşmaya devam edeceğim. Ama kanımca bukaşi kullanarak yetiştirmekte olduğum patateslerde epey bir etkisi var gibi.
Altyazı: patatesler niye mi sandıkta? Yanıtı pek yakında bu blogda!


NOT: Bu yazının yazılmasında http://www.o3enzyme.com adresindeki bilgilerden yararlanılmıştır. Kendi imkânlarımla Türkçeleştirerek burada kullanıyorum. Varsa bir sürç-ü lisan affola…  Ben önemli gördüklerimi ve blogumda konularla örtüşen kısımlarını sizlere aktarmak istedim. Umarım faydalı olur.

Esen kalın…

.

Sağlıklı bir çevre için çöp enzimlerini (atık enzimlerini) kullanmak (Bölüm 1)


Çöp deyince hemen aklınıza pis, kokuşmuş, hiçbir işe yaramayan artıklar geldiğini hatta bazılarınızın yüzünü ekşitip, burnunu tutmaya başladığını hayal edebiliyorum. Fakat aslında çöpe attığımız her şey gerçekten de “çöp” değildir. Bizlerde pek alışkanlık haline gelmemiş olsa da birçok gelişmiş ülkede plastik, cam, kâğıt, metal gibi geri dönüşümü olan atıkları çöp tenekesine atmak yasaktır, cezası vardır. Daha da önemlisi ayıplanası bir durumdur! Gurbet ellere giden gelin kızlarımızın bahsettiğim geri dönüşümlü atıkları ayrıştırmadan doğrudan çöp kutusuna attığında belediyeden ceza kesildiği hikâyelerini duyanınız vardır. (Orada ispiyoncu komşu kavramı da buna etken elbette.)

Avrupa’da birçok ülkede sadece cam, kâğıt, plastik, metal atıkları değil mutfak atıkları da kompost yapılmak üzere ayrıştırılmakta ve her bir atık kendine özel kutuya atılmaktadır. (Örnek bir broşür için: Bkz.  http://www.birsfelden.ch/usk/kompostberatung/kompost_downloads/pdfs/Was%20kompostieren.pdf
Link çalışmazsa: Kılavuzu buradan da indirebilirsiniz )
 

Yemeklerde, salatalarda kullanılan sebze ve meyvelerin işe yaramaz kısımlarını ya da yemeklerden sonra artanlarını genellikle alışkanlık olarak çöp tenekesine yollarız. Hâlbuki bu atıklar doğa için çok değerli organik maddeler ihtiva etmektedir. Bu atıkları doğru şekilde kullanıp uygun koşullarda bekletirsek çok kullanışlı ve çevre dostu çöp enzimlerini elde edebiliriz.


(Bundan sonra isminin çağrıştırdığı kötü anlamdan dolayı “çöp enzimi” yerine “atık enzimi” terimini kullanmayı tercih ediyorum müsaadenizle.)
Öncelikle atık enzimi nedir/ne işe yarar/yenir mi/içilir mi, biraz bundan bahsedelim:

Uygun şekilde üretilmiş çöp enzimi içerisinde, toprakta da doğal olarak bulunan birçok organik madde, protein, minareler ve hormonlar barındırır. Atık enzimi doğaya atılan organik maddelerin çürümesini de sağlayan bakteriler açısından da zengindir. Atık enzimi üretilirken ortamdan CO2 (Karbondioksit) emilir ve 03 (Ozon) salınır. Bu sayede atmosfere yapılacak ozon takviyesi ile ozon tabakası desteklenmiş dolaylı hatta doğrudan küresel ısınmaya karşı da fayda sağlanmış olur.

Atık enzimlerinin asıl faydası, üretimi esnasında değil,  kullanımı sırasında ortaya çıkmaktadır. Örneğin tarımda,
  • Yerine kullanılabileceği için çevreye zararlı kimyasal atıkların kullanımının azaltılması
  • Çiftlik ve tarlaların çeşitli zararlı böceklerden, haşereden ve dolayısı ile enfeksiyonlardan arındırılması
  • Sebze/meyve yetiştiriciliğinde toprak düzenleyicisi olarak
  • Doğal böcek ve yabancı ot ilacı olarak
  • Toprağın kalitesinin yükseltilmesi, humus katkısı
  • Küçükbaş ve büyükbaş hayvanların yemlerine katkı maddesi olarak
  • Su kaynaklarının, atmosferin temizlenmesine katkı ve temiz tutulmasında

Evde ise;
  • Anti bakteriyel ve anti virütik olarak
  • Kene dâhil :) çeşitli haşeratın uzaklaştırılması
  • Evde yetiştirilen çiçeklere, sebzelere besin olarak
  • Artık büyük marketlerin raflarında da görebileceğiniz gibi “enzim katkılı” temizleyici olarak
  • Mutfak, banyo ve tuvaletlerde kötü kokuların giderilmesinde
  • Deterjan ve şampuanlara katkı maddesi olarak
kullanılabilir.



Peki, bu kadar mucizevî faydaları olduğu iddia edilen atık enzimlerinin üretilmesi nasıl olacak? Aslında bunun için karmaşık ve pahalı üretim süreçlerine gerek yok, oldukça basit. Dikkat ettiyseniz, sonbaharda ağaçlardan düşen yaprakları, kesilen çimleri bir yere yığdığınızda birkaç ay sonra onların çürüdüğünü toprağa benzer bir hal aldığını görürsünüz.

Piknik ya da gezi için ormanlık alana gittiğinizde dikkat edin ağaçların altındaki topraklar da böyledir. Zaten evdeki saksılarda kullanmak üzere buralardan toprak getireniniz de vardır. Büyük marketlerde 10 lt’si 5-20 tl’den satılan torf da aslında çok da farklı bir şey değildir.  Çiçek yetiştirenler ve bahçecilikle uğraşanlar büyük mağazalarda satılmakta olan bitki coşturan, domates azdıran,  çiçek kudurtan bitki besinlerini görmüş hatta alıp kullanmışlardır. Dallı budaklılar için, sivri yapraklılar için; sarıçiçekliler, yok ortası kırmızı olup da yanları pembeye çalanlar için ayrı ayrı bitki besin çözeltileri var. Bunların içindekilerini okursanız aslında hep aynı olduğunu sadece kullanım amacına bağlı olarak ihtiva ettikleri minarelerin oranının farklı olduğunu görürsünüz. Bence bu kadar da önemli olmayan bu küçük farklılıklar için değişik çeşitlerde bitki besini üretmelerinin tek bir anlamı var o da pazarlama tekniği açısından çeşitlilik yaratarak her birini ayrı ayrı almaya zorlamak. Günümüz tüketim toplumunun da yaptığı bu değil mi zaten.  Benzer taktikler cep telefonları ve tv’ler için de uygulanmıyor mu?

Her neyse; bahçemiz, bitkilerimiz için illaki kimyasal içerikli bitki besinine ihtiyaç yok. Biz evdeki organik atıklar ile benzer bir “kompost” yapacağız. Uygulayacağımız yöntem organik atıkların doğal olarak kendi kendine çürümesi işlemini biraz hızlandırmak.  Formül basit; bitkinin ihtiyacı olan mineraller zaten bitkinin kendisinde doğal olarak bulunuyo,r biz onu geri vereceğiz. Doğadan aldığımızı yeniden doğaya vereceğiz.  Avatar filmindeki Naviler gibi yani. Bir bakıma yeni bitkiler dedelerini yiyor olacak. Aslında biz insanlar da öyle yapmıyor muyuz? Atalarımız mezarlarında çürüyünce ne oluyor, toprağa karışmıyor mu? Neyse buraya fazla dalmayayım…

Hadi artık mutfak atıklarından enzim üretelim:
(Yazının devamı 2. bölümde, okumak için tıklayınız)
Esen kalın…

Sen hiç ipekböceği gördün mü?

Mayıslar köyünde, bir İç Anadolu şehrinde olması umulmayacak sebze, meyve yetişir demiştik. Mesela bizim orada dut bol olduğu için ipekböcekçiliği de yapılır. Biliyorsunuzdur, ipekböceği sadece dut yaprağı yer.

Wikipedia’da şöyle bahsediliyor ipekböceğinden:
“Kelebek yumurtalarını dut yaprakları üzerine bırakır, yumurtladıktan üç dört gün sonra ölür. Baharda taze dut yaprakları üzerindeki yumurtalardan larva halinde çıkan tırtıllar sık tüylü ve siyahtır. Büyük bir iştahla devamlı dut yaprağı yerler ve dört beş defa gömlek değiştirerek bir, bir buçuk ayda 7 veya 8 santime ulaşırlar. Büyüdükçe renkleri açılır ve tüyleri kaybolur. İyice büyüyüp de hücrelerine yerleşince üst dudağındaki delikten iplik halinde zamk gibi bir sıvı çıkararak kozasını yapmaya başlar. Tırtıl önce kozanın dış kısmını sonra kendi vücudunun etrafını örmeye devam eder ve görünmez olur. Eğer kendi haline bırakılırsa iki üç hafta içinde kelebek haline gelerek ördüğü kozayı parçalar ve dışarı çıkar. Bu yüzden kozayı parçalamadan kozalar sıcak suya atılır veya sıcak su buharına tutularak tırtıl öldürülür. Böylece ipek kozaları elde edilir. Bu kozalardan da tel şeklindeki ipek lifleri çıkarılıp ham ipek üretilir.”

Tam da bu aralar ipekböceği yetiştirme mevsimi. Bizim köydeki akrabalarımız da yetiştiriyorlar. Hani marketlerde satılır ya kuru ekmek mayası aynı onun gibi bir kutu içerisinde böcek larvaları alınır kooperatiften. Sonra bunlar dut yaprağı üzerine serpilir.



Sonra bu böcekler yedikçe şişer, şiştikçe bir daha yer. Şöyle bir şey olurlar:


Daha sonra kozasını örmeye başlar, ördükçe de kendini içeriye hapseder. Vakti gelince de kozayı delerek uçar gider.







İşte tam o vakitte, delmeden kozaları yapraklardan ayırmak ve kooperatife satmak gerekir. Çünkü delinmiş koza değersizdir. Vaktinde koza yapraklar arasından alınır, tüyler elle ve bir sofra masasına takılmış demir bir çubuğun döndürülerek tüylerin demire sarılması ile temizlenir. Bu noktadan sonra kozalar aynen yumurta gibi kalır. Bu haliyle vakit kaybetmeden hemen kooperatife götürülür,  kilo hesabı ile satılır. Hemen götürülmelidir çünkü bekledikçe kuruyarak kilo kaybeder, tartıda hafif çeker bu sefer.

Hatırlarım, ben çocukken babaannem ile rahmetli dedem tüm gelinlerini torunlarını çağırırlardı da bir günde tüm kozaları toplar çuvallarla kooperatife satardık. Akşama yetişsin diye ne de keyifle ve hızlıca çalışırdık. Çocukluğumun Mayıslar hakkındaki en güzel hatıralarından biridir bu hasat işlemi.

Hasat işleminin bir güzel yanı daha vardır. Artık böcekler (kozalar) toplandığı için evlerin odaları da bizlere kalacaktır. Çünkü böcek zamanı tüm aile halkı sadece bir odada yatar kalkar, yaşar. Diğer tüm odalarda böcekler olur, ranza sistemi ile döşenmiş yaylı divanların üzerinde. Bu böcekler aşırı derecede oburdur. Bunları beslemek için bazen günde 2-3 sefer eşek yüküyle dut yaprağı taşınır ranzalara.

Geceleri bu evde yatmak insana ürperti verirdi çünkü böceklerin kımıldarken ve yaprak yerken çıkardığı sesler bilim kurgu korku filmlerindeki gibiydi.

İpekböcekçiliğini köye ekonomik olarak oldukça büyük katkısı vardır. Sadece yetiştiricilik olarak değil, kozabirlikte insan gücü olarak da. Yakınlarımdan mevsimlik işçi olarak burada çalışanlar da var.  Aşağıdaki fotoğrafı National Geographic’in sayfasından aldım. Şöyle de bir üst yazısı var:

“Eskişehir Sarıcakaya’nın, Mayıslar köyündeki fabrikaya getirilen ipekböceği kozaları fırınlandıktan sonra açıkhavaya çıkarılıp havalandırılıyor. Çünkü nem, çürümelerine neden oluyor. Kozalar depoya kaldırılmadan önce Faruk Akbaş’ın objektifine takılmış. Faruk Akbaş, fabrika binasının en üst katından çektiği bu fotoğrafla Gezi–Kültür” kategorisinde birincilik ödülü kazandı.”


Şimdi bu yazıyı yazarken biraz google’ladım, ne acayip şeyler gördüm. Hatta bizim köye ipekböceği görmek için turistik turlar bile yapılıyormuş. Allah Allah yahu yakında insanlar koyun, tavuk, yeşillik görmek için bile köylere turlar düzenleyecekler herhalde…

esen kalın...







İkinci kene vakası...

Geçen gün ilk kene maceramdan bahsetmiştim, hani bacağımda yakaladım demiştim keneyi. (Bkz: "Bir kene macerası…" başlıklı yazım) 1 Haziran pazartesi günü de ensemde enseledim. (Aslında o beni enselemiş oluyor değil mi?) Pazartesi iş çıkışında fidanları sulamak için köye gittik hanım, annem ve oğulmonk ile birlikte. Sulama kanalının yanında ardıç ağaçları var. Bizim keneler de genellikle oralarda geziniyorlar, bana da oradan geldiler demek ki.

Tedbirli ve temkinliyiz ya en ufak bir kıpırtıda pür dikkat sağımızı solumuzu araştırıyoruz, sürekli olarak da birbirimiz kontrol ediyoruz. Nitekim bu sayede üzerimde iki tanesini yakaladım. Bunları aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.


İşimiz bitip elimi yüzümü yıkarken saçlarımın arasında bir tanesini daha hissettim.

Baktım kaçmıyor anladım ki ensemden ısırmış. Bizimkiler yine panikledi; aman köyde sağlıkçı biri vardı ona götürelim falan ortalığı telaşa veriyorlar. Aslında keneyi kendim de çıkarabilirim ama gözümün görmediği elimin zor ulaştığı yerden yakalamış ş.refsiz  kene. Bu nedenle risk almak istemedim, hele elimle koparmaya kalkarsam emdiği kanı da kusabilir ki en tehlikeli durum bu. Keneyi sakince, strese sokmadan emdiği kanı burnundan getirmeden cımbızla yavaş yavaş çekmek lazım. Bizimkiler panik içinde olduğundan biz yapamayız dediler çıktılar, hadi buyurun bakalım…
Neyse köyde eski bir sağlık teknisyeni tanıdığımız vardı ama şanssızlık o da o anda yokmuş. Hanımı Zahide Yengemiz “-Benim de kulağımı ısırmıştı. Süleyman kesti aldıydı, geride kalan da 2-3 gün sonra düştü” deyince tamam Zahide Teyze iyisi mi biz bir sağlık birimine gidelim deyip ayrıldık hızlıca. Çünkü tehlikeli hareketlerden birisi de keneyi kesmek ya da bilinçsizce çıkarmak nedeniyle bir parçasını vücutta bırakmak. Eğer kene de hastalık varsa doğrudan kana karışabilir.

Sonrasında 40 dakikalık mesafedeki özel bir hastanenin aciline gelip durumu söyledim. Doktor hemen bir cımbızla geldi, saçlarımın arasından çıkardı güzel bir şekilde.



O kadar ısrar etmeme rağmen ensemden çıkan keneyi vermediler bana, bir tüpün içine atıp üstüne alkol döktüler. Şaka yaptığımı sandılar herhalde isteyince. Koleksiyon yapıyorum bu beni ısıran 2. elimdeki de 4. olacak dedim ama dinletemedim. “Evinde bulduğun senin olsun, bizim hastanemizde çıkanlar bizimdir” dediler. Hani bir yere de göndermiyorlar incelenmesi için, öyle olsa zaten hiç itiraz etmem, bilime karşı gelecek değiliz ya. Ziyan oldu gitti bizim kene çöp tenekesinde. Yoksa yukarıdaki videoda şişman bir kene daha olacaktı.
Neyse uzun lafın kısası, bir de kan tahlili yaptılar sıcağı sıcağına; bir anormallik çıkmadı. 3 gün sonra bir test daha yaptırmamı tavsiye ettiler. 3 gün içerisinde ateş basması, mide bulantısı, özellikle eklemlerde aşırı ağrı olursa hemen bir intaniye servisine gitmemi söylediler. Bugün 2. gün olduğuna göre yarın da bir anormallik olmazsa bu sefer de yırttık demektir. Hadi hayırlısı bekliyoruz bakalım…

Son not olarak; 2 sene önce Almanya'dan getirttiğim kene çıkartma kartımı yanımda taşıyorum her ihtimale karşı. Yine de saçların arası gibi bir yerden ısırmışsa mutlaka profesyonel bir yardım almak da fayda var. Unutmayın; bu durumda kenenize el koyuyorlar. Uluslararası hukuka göre kene ısırılanın değil çıkaranınmış...

Bir kene macerası…

2008 yazıydı, günlerden Temmuz’un 19’u. Yine Mayıslar’da tarladaydım ceviz ve zeytinleri sulamak için. Öğleden sonra eve geldim. Her zamanki gibi kontrollü bir şekilde tarla kıyafetlerimi çıkarttım kene var mı diye; yoktu. Daha sonra bir telefon görüşmesinin ardından duşa girdiğimde bir de baktım ki bacağımda bir kene kafayı gömmüş emiyor. Hemen hanıma seslendim, bizim ki biraz panik yaptı. Çünkü tam da o günlerde her gün ortalama bir kişi kene ısırmasının neden olduğu Kırım Kongo Kanamalı Ateşli hastalık yüzünden ölmekteydi. Bizimki “n’apcaz?” diye telaş halindeyken “yahu getir şuradan bir cımbız hallederim” dedim. Yok sen yapamazsın acile gidelim falan bir yaygara evde. Neyse ağırlığımı koydum ve cımbızı gidip kendim aldım. “Dur yapma” çığlıklarına prim vermeden cımbızla dikkatli bir şekilde keneyi çıkardım bacağımdan.

işte kene, işte bacak

Hemen altını çizerek belirtmeliyim ki: Böyle bir durumda kesinlikle panik yapmayın ve yapabileceğinizden emin değilseniz kesinlikle kendiniz çıkartmayı denemeyin. Hele hele el yordamıyla asla çıkartmayın, keneyi sıktırmayın. Kendiniz yapamayacaksanız en kısa sürede en yakın sağlık birimine gidiniz.


Ben bu işe cesaret ettim çünkü ben profesyonel bir kene çıkartıcıyım :)

Elbette değil; bacağımda rahatlıkla görülebilir ve ulaşılabilir bir bölgede olduğu ve daha da önemlisi tarla bahçede uğraştığımdan konu hakkında Sağlık Bakanlığının hazırlamış olduğu broşürleri okuyup web sayfalarından kene nasıl çıkartılır iyice öğrenmiş olduğum için.  (Bkz. Kene çıkartma: http://www.youtube.com/watch?v=f5fYLo9yj2w )

Keneyi çıkarttım ve teşhir için bir ilaç tüpüne koydum. Koydum da bizimkilerin paniği yine devam ediyor, yok illa ki acile gidelim diye. Ben gerek yok diyorum ama yine duruma ağırlığımı koydum ve paşa paşa cumartesi günü devlet hastanesinin aciline gittik.

Ben elimde kene ile geziyorum “Bunu bacağımdan çıkarttım bir bakar mısınız?” diyorum danışmaya. Klasik bir yaklaşım örneği göstererek “Niye kendin çıkarttın” diye basıyorlar fırçayı. Hanıma dedim "bak ben bunun için gelmek istemiyordum" diye. Kimse benle ilgilenmiyor da niye kendim çıkarttım diye hesap soruyorlar. Yahu çok istiyorsan tekrar ısırttırayım nasıl olsa kene de bacak da burada, tövbe tövbe…

Neyse doktora ulaştıktan sonra durumu söyleyince; “zaten çıkartmışsın bizim yapacağımız bir şey yok” diyor.  Diyorum ki en azından bir bacağa ya da keneye baksaydınız diyorum. Keneye değil de paçasını sıvadığım bacağıma bakıyor ben ısrar edince. Tamam kafayı içeride bırakmamışsın, güzel bir şekilde çıkartmışsın. Şimdi yapacak bir şey yok, bir şey olunca gelirsin” diyor. Ben de “zaten bir şey olacak gibi olursa gelmeme de gerek yok ne de olsa çaresi yok” dedim; haklısın dedi !!!

Çıktık oradan, pek ilgilenmediler. İyi ki o sıralar işi çok sıkı tutuyorlar Türkiye çapında; dedim ki “keneyi alıp incelemeyecek misiniz?” “Yok gerek yok zaten Eskişehir’de ölümlü kene vakası yok, buranın keneleri zehirsizdir” diye yanıtladılar da hiç sormuyorlar acaba benim kenenin nüfus kağıdında Eskişehir mi yazıyor diye. Ya ben hastalıklı kenelerin bol olduğu Tokat’tan ya da Çorum’dan geliyorsam, kene de oralı ise… Gerçi adamlara da hak vermedim değil. Tam o sırada acil çok yoğundu, yürüyerek gelebilmiş tek hasta bendim. Allah orada çalışanlara da kolaylık ve sabır versin, kimseyi de doktorlara hele hele acile muhtaç etmesin…




Çıktık ya yola bir kere hanım da rahat değil oradan Tıp Fakültesine gittik. Danışmaya gidip yine dedim beni kene ısırdı işte kene işte hendek… Bayan görevli saçlarını eliyle şöyle bir attırdıktan sonra “şimdi çok sıra var biraz bekleyin” dedi. Tamam bekleyeyim ama bana tahmini bir süre verebilir misiniz, 10 dakika mı 1 saat mi beklerim? “Bilemem ki şu anda tüm pratisyenlerimiz çok meşguller” dedi. Ben peki ben kimseyi rahatsız etmeyeyim dedikten sonra yakınlardaki özel bir hastaneye gittim.

Orada da elimdeki tüpü gösterip “bakın bu kene benimle ilgilenmezseniz bunu üstünüze atarım” deyince hepsi korktu. Hemen bir hemşire beni aldı yatırdı yatağa, “soyun” dedi. Hanımı yanımda görünce korktu herhalde ki “oturup bacağınız açsanız da olur” dedi sonra. Neyse ilk defa burada biraz ilgi gördüm. Baktılar bacağıma içeride parça olup olmadığını kontrol ettiler. Tentürdiyot sürdükten sonra “bizde intaniye bölümü yok. Hemen bir hastaneye gidin” dediler. Ben oradan geliyorum deyince  son bir hastane kaldı bir de oraya gidin dediler.

Ben de öyle yapmak üzere çıktım ama yolda başka bir özel hastane daha vardı bir de oraya uğradım. Yine danışmadaki bayana bacağımı kene ısırmıştı kendim çıkarttım deyince ilk defa mantıklı sorular gelmeye başladı. “-Ne zaman fark ettiniz, nerede ısırdığını tahmin ediyorsunuz, hayvanların olduğu ya da tarla bahçe gibi bir yerde miydiniz?” gibisinden. Hepsine doğru cevapları verdim, “tahminen ısırdıktan en fazla 30-40 dakika sonra fark edip çıkarttım” dedim. Bayan, “Zaten Eskişehir civarında ölümlü vaka da görülmüyor. Bir de hemen fark edip çıkarttıysanız sorun olmaz. 6 saatten önce zehirleme yapmaz, zaten maşallah turp gibisiniz” dedi. Benim hanım kızgınlıkla kolumdan çekince oradan da çıktık. Niye öyle yaptı anlamadım.

Son şans olarak bu sefer eski SSK şimdi devlet hastanesi olan yere gittik. Ben ilk defa hasta olarak oraya gittim. Çok yıllar önce bir ziyaret için gitmiştim. O zamandan bu zaman son derece modern,  temiz ve düzenli bir duruma gelmiş. Hemen kaydımı aldılar, sıra verdiler çok ilginçtir her ihtimale karşı kan tahlili istediler. Kan verip gelene kadar sıram da gelmiş.  Buradaki doktor bey de sordu “niye kendin çıkarttın?” diye ben de duvardaki afişi gösterdim “Keneyi fark ettiğinizde hemen çıkartın. Ne çabuk davranırsanız o kadar iyi olur” gibisinden bir şeyler yazıyordu. “Hem böyle yazıyor hem de kendimiz çıkarınca kızıyorsunuz. Ayrıca ben bilinçli bir şekilde çıkartım” deyip tarif ettim nasıl çıkarttığımı.  Burada da pansuman yaptılar, bacağımı kontrol ettikten sonra alkol sürdüler. Yine çok ilginçtir bu vakayı kayıt altına aldılar; nerede, ne zaman, nasıl gibi sorularla birlikte benim hakkımda da küçük bir form doldurdular. Ben böyle ilgilenildiğini görünce şaşkınlığımı da gizleyemeyerek bu aşamaya kadar geçirdiklerimi anlattım. Aslında sağlık bakanlığı mutlaka rapor edilmesini istiyor ama Eskişehir’de kötü bir kene vakasıyla karşılaşılmadığı için çok da önemsenmiyor. Biz yine de rapor ediyoruz dediler.

Bu arada doktor benimle ilgilenirken içeriye selamsız sabahsız bir adam girdi. Pamuk gibi bir şeyin için kara bir böcek gösterdi; doktora “-Bu ne?” diye sordu. Doktor baktı siyah bir böcek dedi. Adam “-Ama ısırdı ve şişirdi” dedi. Doktor sabırla “dünyada milyonlarca çeşit böcek var ve bunların çoğu ısırır. Isırdığı yeri de kızartır, kaşındırır, şişirir” dedi. Adam hala ikna olmamış gözlerle bakarken, “sen kene mi görmek istiyorsun gel madem” dedi benden elimdeki tüpü istedi. Adam tüpün içindeki keneyi görünce rahatladı, “demek kene bu ha” diyerek sevindi.

4-5 dakika sonra adam yanıma geldi, kendi yanında da karısı olduğu halde. Meğerse kadını ısırmış da kadın kapalı birisi olduğundan doktorun yanına girmiyormuş. Adam geldi bana “-Göstersene şu keneyi” dedi. Ben ne o kardeşim öyle herkese kenemizi göstermeyiz deyince azıcık bozuldu ama sonra şaka yaptığımı anladı. Ben de bu arada tüpün kapağını açmıştım zaten. Kadına doğru tutunca kadın 2 metre geriye zıpladı. Zaten 2 metre uzaktaydı. Kadına dedim yahu korkma, uçmaz zıplamaz. Ne kaçıyorsun? Azıcık yaklaşıp tüpün için görünce bir yandan kendisini ısıranın kene olmadığından emin olmanın rahatlığıyla “seni mi ısırdı?”  diye sordu ben de evet deyince “vah vah pek de gençmişsin” dedi sağ olsun ???? Ben güleyim mi bu cahilliğe ağlayayım mı bilemedim kala kaldım.

Neyse kan tahlilinde anormal bir durum çıkmadı nitekim. 3 gün sonra tekrar bir kan tahlili yapıldı hiçbir anormallik görülmedi yine. Bahaneyle kan tahlili de yapılmış oldu, başka bir sorun varsa o da belli olurdu. Çok şükür ki hiçbir sorunum yokmuş. 2 sene geçti hala bir sıkıntı yok…

Haa keneye ne mi oldu?  Diğer kenelere ibret olsun diye epoksi reçine içinde fosil oldu…




Sözlerime son verirken bir şiirden alıntı ile veda edeyim siz sayın izleyicilerime:

O kadar insan varken geldin beni buldun,
Beni ısırınca söyle mutlu mu oldun,
Ölmediğimi görünce birden g.t oldun,
K.çına girsin kocaman bir odun
Nasıl da bir epoksi içine kondun?

                                 Anonim.

Diğer yüzlercesi için http://www.antoloji.com/kene/siirleri/sayfa-1/


NOT: Kene maceram bitmedi, yenisi çok yakında bu sefer ense kökümde yakaladım şerefsizi…

Eskişehir'de zeytin ve ceviz yetiştiriciliği

Daha önce de bahsetmiştim; baba tarafım Eskişehir’in Sarıcakaya ilçesine bağlı Mayıslar köyündendir. Mayıslar’lı olmakla da kendimi şanslı sayarım… Dedelerim arasında Kurtuluş Savaşında şehit ve gazi olanlar da vardır. Rahmetli Mustafa dedemin İstiklal Madalyası da şahsım tarafından muhafaza edilmektedir.

Mayıslar hakkında daha sonra daha fazla ayrıntıya girerim, şimdilik bahsetmek istediğim bu değil. Bahsedeceğim konu köyümde küçük bir arazimin olduğu ve burada toplam 18 adet ceviz ve 20 adet zeytin fidanımın olduğu. Evet zeytin hem de oldukça kaliteli zeytin yetişir İç Anadolu’nun şehri olan Eskişehir’in bir köyünde. Her ne kadar Eskişehir İç Anadolu Bölgesi’nde olsa da Sarıcakaya Karadeniz bölgesinde kalmaktadır ve iklimi de Akdeniz iklimine benzemektedir. Dağların arasında olması ve Sakarya Nehri sayesinde kendine has bir mikro klima oluşmuştur burada. Dolayısı ile sadece zeytin değil tahmin edilemeyecek pek çok şey yetişir burada. Hemen aklıma gelenleri yazıvereyim: pamuk, Antep fıstığı, nar, dut (dolayısı ile ipekböcekçiliği), her türlü sebze, çok çeşitli meyve, liste uzar gider…

2 yaşındaki bir zeytin fidanı

3-4 yaşlarındaki ceviz fidanlarım
2005 yılı son baharında boş duran bu yaklaşık 1200m2’lik toprağa ne yapayım diye araştırırken ceviz dikmeye karar verdim. Cevizleri de bizzat gidip Düzce’den aldım geldim. (Bkz. www.ceviz.com.tr)





Burada yaşadığımı su problemine rağmen (Bkz. "Su tutucu polimerin tarımda kullanımı" başlıklı yazım) bugün itibari ile adam boyunu geçtiler, orta halli ağaç oldular diyebilirim bazıları için.

Ağustos 2008'den bir foto.
Şimdi iki katı oldu (hem cevizler hem de göbeğim)
 Tabi bu arada özellikle 2008’de yaşanan aşırı sıcaklar ve kuraklık yüzünden 3 tanesi kurudu. Yerine yenilerini diktim ya tutarsa diye.

İnşallah bu hale geldiğini de görmeye ömrüm yeter.
www.ceviz.com.tr’den

Benimkilere iyi bakım yapabilseydim bunlar da epey büyümüş olurlardı ve ürün hasatına başlamış olurdum. Şu anda biraz daha vakti var. Bir yerde okumuştum; “iyi kalite bir ceviz fidanı 5 yaşında ürün vermeye başlar ama en olgun ve en verimli hale 10 yaşında gelir. On yaşına kadar sen cevize, daha sonra o sana bakar. Artık çalışmana bile gerek kalmaz, emekli olabilirsin.” diye. Neyse şunun şurasında 5 bilemedin 6 yıl kaldı; ha gayret oğlum babamonk biraz daha sabır…

Sayfamdaki yazılar kaynak gösterilerek ve bu sayfanın adresi verilerek kullanılabilir.

Sayfamda bazı yazılarımda bahsetmiş olduğum yöntemler kendi öğrendiklerimi, denediklerimi paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Yapılan denemelerin sonuçları da yine burada paylaşılmaktadır. Tarif edilenlerin yanlış/eksik uygulanması, yazı dizilerinin tamamının okunmaması, vb herhangi bir nedenden dolayı istenmeyen sonuçlar elde edilmesi, beklenen sonucun elde edilememesi ve/veya karşılaşılabilecek herhangi bir zarardan dolayı sorumlu tutulamayacağımı bilgilerinize sunarım.

Kaynak belirterek ya da belirtmeden kullandığım yazılarımdan dolayı herhangi bir rahatsızlık duyan, haksızlığa uğradığını düşünen beni haberdar ettiği zaman ilgili yazıyı yeniden gözden geçireceğimi, şikayetinde haklıysa yazıda gerekli düzeltmeyi ivedilikle yapacağımı taahhüt ederim.
-=(RaideR)=-

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | ReviewSilo - Reviews for e-Shopping